Önsöz
Yazılan kitaplar bizlerde bir ümit ve başarı duygusundan ziyade korku yaratmaktadır. Zira bu kitaplar O’nun bizlere kendisi hakkında geçmişin hatıralarını önümüze çıkararak anlattıklarıdır. Yoksa bizim O’nu yüceltmemiz değildir, O’na hizmet hiç değildir, bir keşif, yeni bir anlatının temmelleri ise hiç değildir. Anlatıda, sembolik lisanda yenilikler, yeni çözümler ise asla değildir. Bu yazılanlar sadece bunları yazan ve okuyanlar için mükelefiyetlerin yazılı hale getirilmiş halidir. Eğer bu yazılanlarda çözülmüş, açıklanmış bazı sembolik ayak izleri varsa, bunları çözen akıl, çözmüş olduğu sırlardan ötürü sevinmemeli, gurura kapılmamalı kendini bu yolda bir şey sanmamalıdır. Çünkü çözmüş olduğu sırların dereceleri ne kadar artarsa; ondan değişim yoluyla ortaya çıkması istenen şeyin derecesi de o ölçüde artmaktadır. Yolcu ya da sır çözücü akıl bilmelidir ki, çözdüğünün ötesinde de birşeyler bulunmakta ve onu beklemektedir. Bu amaçla önce sırları çözmeli, ardından çözdüğü sırrı kendi varlığında, davranışlarında, sonsuz hayata doğru adımlarında, etrafını kuşatan sonlu hayata rağmen ortaya çıkarmalı ve bunlar onda sabit hale geldiğinde; bu yücelmiş haliyle, bu bilgiyle ya da halle, yeni sırları çözmeye başlamalıdır. Bu durumda yazılanlarda çözülen sırlar, çözenler için geçilmiş bir aşama ya da yerine getirilmiş bir mükelefiyet olurken, yazılanları okuyan, ama mükelefiyetler konusunda eğitilmemiş olanlar için, ağacın altına bırakılmış bir balta olacaktır. Bu nedenle mistisizm konusunda eğitilmemiş olanların bu tür yayınları okumamaları, ya da belli bir sıra dâhilinde bir yol gösterenle birlikte okumaları daha doğru olacaktır.
Yazının başlangıcında ondan bahsederken “O” dememizin tek nedeni onu tanımlamanın mümkün olmadığı bilincine vardığımızdır. Zira onu tanımlamak için kullanılan her “vasıf” onu tanımlamaktan uzak olup, bizce akıl için bir tuzaktır. Zira ona “ölümsüz” dediğinizde dahi ölümle alakası bile olmayanı “ölüm” vasfıyla yan yana getirmiş olursunuz. Ona “büyük” dediğinizde ise onu başka kavramlarla yanyana getiririr ve onun onlardan büyük olduğunu söyler ve onu diğerlerinin karşısında yücelttiğinizi zannedersiniz. Aslında onu kıyaslanabilecek bir yapıya dönüştürmeye çalıştığınızı fark bile etmezsiniz. O’nu vasfedecek hiç bir kelime bulamadığınızda, kaybolmuş kelimeyi bulursunuz. Bu kelimenin aslında kaybolmadığını, bu aşamada aklın O’nun kelimelerle tanımlanamayacağını, her kelimede ondan uzaklaşıldığını fark ettiğini görürsünüz. Akıl bu anda “Allah Musa’ya kelime, kelime söz söylemiştir” ya “İsa Allah’ın kelimesidir” sözlerinin gerçek anlamını bulur hatta O olur. İşte bu anda kelimelerin kaybolduğunu, onların yani kaybolan kelimelerin sadece yol olduğunu, ama artık yolun bitmeye başladığını görür ve “kayıp” kelimeye ulaşır yani kaybolur. Artık o da tanımlanamazlara karışır. Ama sonrakiler gene onu ve ona doğru yürüyenleri yücelterek tanımlamaya çalışırlar. Bu çalışmaları sonunda, onları bulduklarını zannetikleri kelimelerde kaybederler. Sonra da kayıp kelimeyi ararlar. Hâlbuki bulduklarını zannettikleri kelimelerde kendileri kaybolsalardı, onu bulacaklardı. Ama araştırıcılar kendileri kaybolmayı düşünmedikleri hatta kaybolmak istemedikleri için uzun, uzun araştırır ve sonunda kayıp kelimeyi bulduk o “falan”dır derler. Bulduklarını vasfedilemez olana eşitler ve sonradan gelen yolcular için sürekli yokuş aşağıya doğru inen, yürümesi kolay çıkmaz bir yolu işaret eden bir yol levhası inşa ederler. Yolcu bu levhayı izler ve yolun sonuna vardığında buranın çıkmaz bir yol olduğunu, hatta bir tuzak olduğunu fark eder. Geriye dönüp baktığında ömrünü ve gücünü boşuna helak ettiğini fark eder. Geri döner yola yorgun ve gücü tükenmiş vücuduyla bir kez daha atılmayı dener. Ama artık yol, o kolay indiği yol değildir, bu sarp ve uzun bir çıkıştır. Acı bir şekilde açılmış gözleriyle ilk defa etrafına bakmaya ve gerçeği görmeye başlar. İnişin bittiği yer büyük bir alandır. Bu büyük alan adeta bir savaş alanı gibidir ve eski yolcuların, ya da yokuş aşağıya doğru kolayca koşanların üst üste yığılmış kalıntılarıyla doludur. Ümitsizce tanıdık bir beden aramaya başlar. Kalıntılardan birinin yere parmağıyla yazdığı bir yazıyı okur;
“Keşke Dar Kapıdan Geçseydim”
O anda bütün uyarılara rağmen, kendi aklının kendisine gösterdiği ve geçebilirsin dediği o büyük, süslü, arzulanır, kolay, benlik arttırıcı, herkesin koşarcasına yöneldiği kapıyı görür. Artık kapı çok yukarılarda kalmıştır ve akıllar yol göstericilerine uyarak neşeyle kapıdan geçmekte ve birbirleriye yarışırcasına aşağıya doğru neşe içinde koşarken “ölümsüzlüğe doğru” diye haykırmaktadırlar. Yolcu onlara gelmeyin, dönün bu yol doğru değil diye seslenmeye başlar, ama onu kimsenin duyması mümkün değildir; zira ses, sarp yamaçlardan yukarı doğru çıkamamaktadır. Ve sevk edici benliklerin arasında duran kendi benliğinin o çirkin ve hiç tanımadığı yüzünü ilk kez görür ve kendi benliği karşısında ürperir. Benlik onu işaret eder ve gülümseyerek: “ona inanma dedikleri halde bana neden inandın?”Diye sorar. Ardından yüzünü göklere çevirir ve “sana layık olmayan birini daha layık olmayanlar safına kattım, görevimi bir kez daha başarıyla yaptım” der. Kolay yolun yolcusu yavaşça yere çöker ve parmağını yerin ona katılanlarla kalınlaşmış tozuna yaklaştırır ve
“Keşke”
diye yazar. “keşke” der içinden, o dar kapıya doğru giden küçük grubun çağrısına uysaydım, keşke dostlarımdan ayrılmasaydım. Parmağını toza doğru yaklaştırır ve yazmaya başlar keşke….. Sözün gerisini getiremez zira artık yazacak bir parmağı bile kalmamıştır. Tozlar yeniden havalanır yeni bir yolcu daha tozların üstüne düşmüş ve şaşkın bakışlarla etrafındaki kalıntılara bakmaktadır. Bu esnada dar kapıdan göklere doğru ışıklar yükselmektedir. Tozlar arasına düşen göklere bakar “yıldızlar kayıyor” der ve aynı anda yerdeki yazıyı okur. Yere çöker ve hayır der
“Kayan Değil Yıldızlara Giden Yıldızlar”
Yıldızlar yükselirken o da gözlerini kaybeder, gözleri toza karışıp gitmiştir, diğer sayısız gözler, eller, kulaklar, başlar gibi.