Erciyes Kimdir?

 

Erciyes Dernek

Zamanın başlangıcından beri süregelen hakikat arayışı çağımızın en büyük sorunu haline gelmiştir. Akıllar, bu hakikati zaman zaman bilimin ışığının altında aramışlar, zaman zaman ise bu arayışı dinin gönüllere hitap edişinin veya dinin tohum denen ışığının vasıtasıyla bulmaya çalışmışlardır. Bu ışıklar, ruh vasıtasıyla insan akıllarının yüzü diyebileceğimiz davranışlarına, bu davranışları oluşturan yeraltı katlarına, nüfuz etmeye çalışarak akılların bu ışık doğrultusunda ürün de denen değiştirilmiş bir davranış standardına doğru gelişmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu ışıklar ya da ruh nedeniyle “lasciate ogni speranza voi ch’enrate” yani “buraya girerken tüm umutlarını terk et” sözleri doğrultusunda, akıllarda meydana gelen mutluluk veya mutsuzluk gibi gelişmeler, önce bireyi ardından da toplumları etkilemeye başlamıştır. İşte bu dönemlerde ortaya çıkan yol göstericiler, ruhun akıllar üzerinde gelişmesini “din denen ritüeller” yoluyla kontrol etmeye çalışmışlardır. Bu iyileştiriciler veya “piani nobile” kısaca “asil katlar” ya da “üst üste inşa edilerek yığılmış olan üst bilinçler” bu akıllardaki değiştirme sürecini mümkün olduğu kadar gürültüsüz olarak halletmeye çalışmışlardır. Bu yol göstericiler, en zor olanı başarmış ve kendi dönemlerinde gönlün ışığı olan din ile, aklın ışığı olan bilimi aynı potada eritmeyi başararak yıllar boyunca dayanacak bir temeli meydana çıkarmışlardır. Bu asil katlar, temelin inşasının ardından hakikat arayışına büyük bir hız vermiş ve toplumlarda uzun süreli bir huzur sağlamışlardır. Bu ilahi yöneticiler, aklın beşeri ya da dünyasal davranışlarına (dişi) derken, aklın ilahi bilgiler doğrultusunda değiştirilmiş davranışlarına ise (erkek) demişlerdir. Geçmişin bütün başarısını kendi üstlerinde topladıkları için kendilerine asil katlar denen bu bilgeler, yol gösterdikleri akıllara “bir erkek olmak için önce öyle davranmalısın” demişlerdir. Fakat bu yol göstericilerin ardından din ve ilim birlikteliği hızla birbirlerinden ayrılmaya başlamış, hatta kısa bir zaman sonra bu iki uç birbirlerine iki hasım, birbirlerini yok etmeye çalışan iki ezeli düşman haline gelmişlerdir. Bu kavganın taraflarından biri olan bilim, hedefi olan aklın sorunlarını, onun sırlarını genişleterek çözmek yolunu tutarken; din ise bu genişletilmiş tarlanın üzerine “tohum” adı verilen ve evrenin sırlarının anahtarını elinde tutan ruhun inmesini sağlayarak çalışma yolunu tutmuştur. Din ayrıca, tarla denen ve bilim tarafından “davranışları değiştirilerek genişletilmiş olan aklın, ruhsal bilginin davranışlara yansımış hali olan “tanrısal varlığa” dönüşmesini de sağlar. Bu durumda bilim ve din birbirlerine muhtaç iki uçtur. Hatta yol göstericilerden bir tanesi “seni kabul edenleri değil, seni kabul etmeyenleri kabul etmeye gönderildin” diyerek bu ince noktaya dikkat çeker. Zira gelecekte tarlanın kendi varlığından veya tarlanın varlık hali adı verilen davranışlarından vazgeçerek, bu fiillerini ya da davranışlarını “tohum” bilgisi yönünde değiştirmesi gerekecektir. Bu değişim bir “yeniden var olma”dır ki; bu onun beşeri davranışlarda ölmesi ve ruha bağlı ilahi davranışlarda doğması demektir. Bu yeniden doğmanın tek yolu ise “aklın, kendini var eden eski davranışlarını, “ruh” denen ilahi bir bilgi için terk etmesidir. “Akıl”dan ibaret olan bizler, bilimi ve dini, bir ihtiyaç gibi içimizde barındırırız. Bu ihtiyaçtan dolayı her ikisini de içimizde besler ve büyütürüz. Sonuçta delil ve ispatın geçerli olmadığı bir “din” ile, delil ve ispat isteyen “ilmin” bitmek tükenmek bilmeyen kavgasını içimizde yaşarız. Bu karşılıklı kabul etmemeye dayalı kavga içimizde öfke, kızgınlık, mutsuzluk, sürekli arayış ve tatminsizlik olarak dışarıya, yani davranışlarımıza yansıyarak varlığını güçlendirir. Bu da aklı mutluluk ve hakikatin huzuru için arayışlara yönlendirir. Bu arayışını tanımlayan, ne aradığını bilen akılların yöneldiği yönlerden birisi de “Din”dir. Ama bu yöne yönelenlerden pek azı dinin “iki yönü” olduğunu ve bu yönleri çözmenin çok özel bir lisana ihtiyaç gerektirdiğini, hatta çok özel bir “ilme” vakıf olmayı şart haline getirdiğini bilebilirler.

İşte bu iki ezeli rakiplerden biri olan dinlerin, bir “zahiri” denen görünen yönleri, bir de “batın” denen gömülü, gizli yönleri vardır. Kısaca bunların herkesin bildiği tarihi meselleri, bir de çoğunluktan gizlenmiş olan gizli meselleri ya da tarihi vardır. Dinin güdücüleri ise, gizli tarihi, görünen tarihin içine “sembolik lisan ya da krali lisan” denen bir yazıyla yazmışlar, veya “göz önünde saklamak” denen bir yöntemle gizlemişlerdir. Böylece “Celare secreta, aut non“ yani gizleri saklamak mı gerekir yoksa saklamamak mı? Sorusuna da en ideal cevap olan “sırları saklamadan saklayarak” cevabını vermişlerdir. Daha sonraları bu sırların peşine düşenler arasında, bu lisanı en iyi biçimde konuşanlara “kral” veya “tevil ustası” adı verilmiştir. Kısaca ortada zahir ve batın adlarıyla anılan iki yön değil, dar kapı ve kolay kapı adlarıyla anılan iki kapı değil, sadece tek bir kapı, bir tek yön vardır. Bunlardan gömülen ya da gizlenen yönü içinde tutan zahiri yönden, okullarda, tapınaklarda açıkça öğretilen, halkın kendi arasında adeta görmüşçesine birbirine anlatarak yaydığı dogmalar, meseller ile, dinin emir niteliğindeki ritüelleri kastedilmektedir. Dinin batıni, yani zahiri mesellerinin içine gömülmüş olan gizli mesellerinden, ya da gizli tarihinden söz ederken, kutsal kitaplarda “bunları bir Allah bir de ilimde derinleşmiş olanlar bilir” hükmüyle işaret edilen yön kastedilir. Bu yön aslında dinin güdücülerinin, yol göstericilerinin, peygamberlerinin yaydığı, evrenin gizli doktrinleri ve derin bilgilerini kapsamaktadır.

Zahiri yön, herkesin bildiği, her gün etrafımızda konuşulan, yaşayan, resmi yöndür. Bu yönde kişilere ve kişilerin bilinçlerinin oluşturduğu avamın sıradanlığına bağlı olarak bir takım çelişkiler, muğlaklıklar ve karmaşa bulunmasına rağmen, bu yolda yol alan akıllar eşittir. Fakat batıni yön, sırların oluşturduğu bölüm, korunmuş kısım, ezoterik öğreti ise, hem çözülmesi hem de çözüldükten sonra yaşanması zor olan bir bölüm olduğundan, gerek çözme, gerekse olma aşamalarında akıllar arasında derecelenmeler başlar, yani eşitlik bozulur. Zira bu sırlar öğretisine yaklaşmak, onu çözmek “yolu öğrenmektir”. Bu öğretiyi hayata geçirmek ise “yolda yürümektir”. İş sadece bunları öğrenmekle bitmemektedir. Zira asil katlar bu konuda “yolu bilmek başka, yolda yürümek ise bambaşkadır” demişlerdir. Eski güdücülerden birinin “ben işlek bir yolum” dediği hatırlanacak olursa, bu yolun gerek çözüm, gerekse uygulama zorlukları kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

İşte bu zorlukların yanı sıra, bu öğreti sadece seçkinler tarafından seçilmiş olan bilimsel tabanlı akıllara, gizli tapınakların, gizli meclislerin, her zaman grup haline hareket eden gizli düşünce ve araştırma gruplarının en derin noktalarında yolcuların akıllarında vecd halleri denen yüce peygamberlerin, asil katların, rüzgarlı kulelerin halleri yaratılarak gerçekleştirilmektedir. Bu vecd hali adeta bir yanardağın püskürttüğü lavlara benzer. Bu lav hem beşeri yapıyı yakıcı, hem de ilahi dağın derinlikleri hakkında beşeri yapıya bilgi vericidir. Bu vecd hali adeta “özel bir hükümdarlık” gibidir. Bu hükümdarlık kaslarını gerer, yüzyıllardır kendisini gizleyene derisini üzerinden atarak beşeri yapının gerilemesi için ona gücünün önündeki engellerin kaldırıldığı andaki bir aslanın zerafetiyle kükrer. İşte bu hükümdarlık bu kükremeyle, beşeri yapıya “yenemiyorsan bana katıl” ya da “audentes Fortuna iuvat ”, yani “şans cesurları sever” demektedir. Eğer bu vecd hali bir kez ortaya çıkarılacak, hayata geçirilecek olursa buna ışığın ipucu denir. Bu uç takip edilecek olursa, yolcunun aklında güdücülerin ruhlarına “gerçek geçmişte gizlidir” hükmü doğrultusunda gömülmüş olan gizli yön, asil katlardan inen lavlar içine gizlenmiş olarak şiddetli bir patlamayla ortaya çıkar. Bu beklenmeyen ani ve şiddetli patlama, aklı ve onun beşeri yönünü yakarak, aklın eşyanın gizli yönüne dönüşmesine ve aynı aklın ışık saçmaya başlamasına neden olur.

Eşyanın gizli sırların sahip olmuş değil, onlara dönüşmüş olan akıllara ya da kalplere “yontulmuş taşlar” adını veren, bu gizli öğretinin taş yontucuları, “taşların konuştuğunu ama duvarların çığlık attığını” bildikleri için, yonttukları taşların sayısını bir duvar yapmak amacıyla dikkatle arttırırlar. Zira yontucular, bu yolun köşe taşlarından biri olan son güdücünün “ ben peygamberlerden oluşmuş bir duvarın eksik kalmış son tuğlasıyım” sözlerini hiç unutmazlar. Taş yontucuları denen “tanrıyı kendinde bulma sanatının” ustaları “konuşma” peşinde değillerdir. Onlar tüm evrene yayılacak bir “çığlık” peşindendirler. Bu durumda hakikat diye bilinen “bir kalbi yontulmuş taşa dönüştürme yöntemlerini, dinlerin ve kutsal kitapların içinde aramak gerekmektedir. Fakat gerekli olan, özel bir lisanla yazılmış bu yöntemleri buralardan çekip çıkaracak her an bir ölüm halinden başka bir ölüm haline geçen gizli tevil ustalarının bulunması ve yenilerinin tarihin düzgün akması için yetiştirilmesidir. Bu tevilciler olmazsa hiçbir yolcu kutsal kitapların gizlerine ulaşamaz. Hatırlanacak olursa Tevrat’ın Tekvin bölümünün ilk 10 babındaki her kelimenin taçlı olduğu ve bu taçlandırma işleminin Hz. Musa tarafından yapıldığı söylenmektedir. İşte bu taçlandırma işlemi aslında her kelimeye yüklenmiş olan üçlü anlamdır. Bu durumda Tevrat’ın okuyucuları, Tevrat’tan mevcut durumlarına kendilerinin algılama yeteneklerine göre üç ayrı mesaj alacaklardır. İşte en üst sırra erişen bu sırrın üstündeki tacı kendi kafasına yerleştirebilene bu nedenle “kral” adı verilmektedir. Bu ince noktaya işaret eden Mevlana Celaleddin Rumi “dans, müzik, şarap haslara helaldir ama avama haramdır. Zira avam dadanır, buna karşılık havas nerede bırakacağını bilir” diyerek yolcu idraklerinin kendi aralarında bölündüğünü vurgulamıştır. Bu nedenle Tevrat’tan avamın alacağı ve hayata geçireceği mesaj ile, havas ve havas-ül havasın alacağı mesaj ve çözdüğü mesajdan öğrendiğini uyguladığında yani yolda yürümeye başladığında, aklının değişerek ulaşacağı “asil katlar” başka başkadır. Kısaca bu akılların hepsi tek bir tanrıya tapmakta ve onu kendi davranışlarında görürcesine bilmektedirler. Fakat bir akıl bir diğerinin tanrısını onun davranışlarında gördüğünde bu davranışları kendi davranışlarıyla kıyaslamakta ve farkı görüp, o davranışı ve o davranışın sembolize ettiği tanrısal varlığı da reddetmektedir. İşte bu nedenle Karmatilik gibi gizli düşünce ve araştırma topluluklarında bilmeye, bulmaya ve olmaya bağlı olarak “akıl tabanlı bir derecelenme” sistemi gerçekleştirilmiştir. Bunun nedeni, olgunlaşma derecelerinin farklı sonuçlarına bağlı olarak ortaya çıkan farklı anlayış ve kavrayışa sahip akılların sürtüşmelerinin önüne geçmektir. Bu derecelenme sisteminde her derecede yer alan akıllar, daha alt derecede bulunan akılara tolerans içinde yaklaşırken, daha üst derecelerin sakinleri olan akıllara ise itaat ile yaklaşmaları öğretilmektedir. Bu sistem aynı zamanda ezoterik sistemlerin dereceli yapısını da oluşturmaktadır. İşte akıllar, böyle bir sistem içinde olgunlaşma aşamalarından veya şuurun olgunlaşma safhalarından geçerek  bilim ve dinin en üst birlikteliğinin oluşturulduğu dereceye, istidat ve kabiliyetlerini genişleterek, tanrısallaşarak varırlar. İşte bu en üst dereceye “tanrının ruh vasıtasıyla attığı imza ya da tanrısal mühür” adını vermek mümkündür.

İşte “Erciyes Yüksek Bilinç ve Araştırma Derneği” bu bilgilerin ışığı altında kurulmuş ve bu doğrultuda faaliyet gösteren, ışığın bir enstantesinin görüldüğü yerde alev alev yanan bir irade fırının bulunabileceğine inanan, kendilerini krali sanat yönünde geliştirmeye çalışan bir “düşünce ve araştırma” grubudur.